“Çekip gideceğim ulan buradan!”
Tası, tarağı toplayıp pılı pırtıyı geride bırakıp uzaklaşmak isteriz bulunduğumuz mekandan. İçimizde fırtınalar kopsa da sakin görünüp her gün iş veya okul hayatımıza devam ederken bu cümleleri kurmaya devam ederiz. Kimimiz ergenlik yıllarında ailesiyle çatışmalar yaşamaya başladığında onların olmadığı ortamda daha mutlu (aslında özgür) olacağını düşündüğünden böyle düşüncelere sahip olur. Kimimiz istemediğimiz bir bölümde, yaşam amaçları arasında öğrencilere tek bir şey öğretmek bile olmayan sözde üniversite hocaları ile boğuşup derslerden başarısız olmamaya çalışırken böyle düşünür (eğitim-öğretim hayatım boyunca kendilerinden çok önemli bilgiler edindiğim, kişiliklerini de sevdiğim birkaç eğitimci buraya dahil değildir, ancak sayıları 16 okul yılım boyunca 16’yı geçmemiştir). O sözde hocaların bize yaptırdıkları olmasa daha mutlu (aslında özgür) olacağımıza inanırız hep. Bazılarımız ise iş hayatına başlamıştır ve ilk günlerde para kazandığından ve topluma faydalı (ailesi tarafından onaylanan) bir birey olduğunu gördüğünden mutlu bir şekilde sabahları kalkıp işe gitmektedir. Çok geçmeden, sabah uyanma süreleri artmaya başlar. İş yerindeki zaman ise hiç geçmez. Orada bulunmamak için bir sürü bahane üretmeye başlarız. Aslında o müdürlerin bizden istediği saçma şeyler olmasa daha mutlu (aslında özgür) olacağımızı biliriz nedense. Benim durumumda da benzer şeyler vardı. Bir İngilizce öğretmeni olarak daha rahat bir ortamda daha verimli çalışacağımı biliyordum. Evlenip borca girenler, emekliliği bekleyenler, “şu da bitsin ondan sonra” diyenler, taksitleri asla bitmeyenlerimiz de var… Ama aslında hepimizin aklında bir köşede sessizce bekleyen, fırsat kollayan -malesef çoğu zaman gün yüzüne çıkamayan- atalarımızın en büyük hediyesi “özgürlük” inancı var. Peki neden kıramıyoruz zincirlerimizi? Bizi alıkoyan ne? Cep telefonlarımıza gömülmüş, sohbet etmeyi bile unutmuşken “çekip gitmeyi” düşlemek gerçekten ütopik mi?
2014’te motosiklet kullanmaya başlamamdan önce herkes gibi ben de bir şekilde “motosiklet özgürlüktür” lafını duymuştum. Ancak, ne demek olduğunu sonraları daha iyi anladım. Bir de meşhur eğitmen Keith Code’un “Motosiklet sürmek terapi gibidir” lafını çok severim. He bir de geçenlerde denk geldiğim fotoğrafta şöyle diyordu: “Hiçbir psikologun ofisinin önünde park halinde bir motosiklet göremezsiniz”. Ne de güzel demiş hepsi. Ne çok benimsemişim bunları ben…
İstanbul’un çilesi, herkes gibi benim de olumsuz yanları ağır basan çalışma ortamım, bitmek bilmeyen taksitler, ödemeler, pahalı mekanlar ve istemesek de yapmak zorunda olduğumuz bir sürü başka bir şeyler… Tüm bunların arasında hayatıma giren motosiklet kavramı ve yavaş yavaş uzaklaşmalarım… Elimdeki kontak anahtarı sihirli bir asa gibi bana güç veriyordu adeta. Hep istediğim “çekip gitme” rüyasını gerçekleştirebileceğine inanıyordum. Sonra ne mi oldu? Haritayı açtım 🙂
Güzel bir maaşım, toplumun istediği yönde ilerleyen bir kader çizgim, “a onu tabi almalısın” yönünde harcamalarım, kurulu bir düzenim, kendime ait odam, eşyalarım ve vazgeçemediğim her şey… Tek bir kararla hepsini ittim. Çünkü yapmak istediğim, yaşamak istediğim, hayalini kurduğum şeylere onlarla aynı anda sahip olamazdım. Mesela 3 haftalık yıllık izinle Japonya’ya kadar gidemezdim. Zaman kısıtlaması da olmamalıydı. İlerlemeliydim. Hayal kurarken aldığım hazzın, o hayali yaşarken ne kadar zevkli olacağını görmeliydim. Belki yanılıyordum, belki ben de kredi çekip bir ev satın almaya çalışmalıydım, ya da evlilik yolunda sağlam adımlar atmam gerekiyordu… Bilmem, belki hala hatalıyım. Ama ben içimdeki deliyi dinledim, macera ruhumun küçük kıvılcımını her gün büyüttüm. Ev sahibine evden ayrılacağımı söyledim, müdürüme “ben işten ayrılıyorum şu tarihte” dedim. “İzne erken çık, yine dönersin” dese de, “yok ben gelmem artık” diyebildim (aferin bana 🙂 ). Eşyalarımı teker teker sattım. Çok sevdiğim yatağımın parasıyla motosiklet çantası aldım 🙂 Montu yeniledim, lastikleri değiştim, insanlara veda ettim ve Trabzon’a döndüm.
Kabaran ruhum gün sayıyordu. İstediğim noktada değildim. İlerlemem lazımdı. Daha fazla, daha öteye. Cebimdeki para bitene kadar… Dönüş planlarımı tam yapmadan… Hazırlıklar yaptım tabi ki ama öyle çok detaylı rota çalışması yapmadım; “bir yol vardır herhalde” diye düşündüm çoğu zaman. Ne güzeldi o cahil cesaretim. Bir sabah, sıcak bir havada motosikletimin üzerine atlayarak dönüş tarihi belli olmayan bir yolculuğa çıkmıştım. Ne çok sevmiştim yolda olmayı, yol arkadaşlarımı… Yazımın başında söylediğim o gün gelsin diye beklememiştim, 25 yaşındayken kendimi yollara atmıştım. Çok klişe bir tanım olabilir ama içimdeki “özgür ruh”, kontrolü çok erken olmasa da fena sayılmayacak bir yaşta ele almıştı. Sadece kendi istediklerimi yaptığım 85 günlük bir yolculuk… Her günü, kendi istediğim gibi yaşadığım bir macera… Evet belki “çekip” gidememiştim buralardan ama bence çok iyi “sürüp” gitmiştim!
Şimdi yine benzer hayallerin peşindeyim… Kaşıntı başladı… Dilediğim gibi başarabilirsem bazı şeyleri yine sürüp gideceğim. Bu sefer daha uzağa, daha uzun süreliğine… Hayatta başarmak da var başaramamak da… İkisine de hazırım. Allah gönlümüze göre versin. Amin.

Umarım düşündüklerin gerçekleşir ve ben hafif kıskanmayla beraber burada yazılarını okurken gezilerine eşlik edebilirim. 🙂
BeğenBeğen