Geç yatınca bile erken kalkan bir Teke düşünün… Ya erken yatarsa?
Sabah 6 olmadan uyandım. Çalmasına baya bir vakit olan alarmı kapadım. Tekrar uyumayacağımdan emindim. Dinlenmiştim. Ucuz pansiyonun kalitesiz yatağında birazcık daha sağa sola döndükten sonra kalkıp çantamı topladım.
Önceki gün denize girememiştim. Sabah sabah deneyebilirdim. Sabahları denize girmeyi seven biriydim ne de olsa. Saat 6’da pansiyonumu terk edip sokağa indim. Marimo bıraktığım yerde duruyordu. Kumsala geldiğimde ise sabahları hepimizi üşüten o serin rüzgar vardı. Güneş yeni doğuyordu. Sanırım bu serinde denize giremeyecektim. E denize girmiyorsam, görülecek yerleri gördüysem… Programı hızlandırıp bugün İstanbul’a dönebilir miydim? Neden olmasın?
Sabahları tuvaletimi yaptıktan sonra tek bir önceliğim vardır: kahvaltı! Şehre inen kurt gibi yemek aramaya başladım ortalıkta. Öğretmenevinin (güzel manzaralı, boş odası olmayan) sokağında güzel bir mekan vardı. Kahvaltı var mı diye sordum içerde hazır tabakları görmeme rağmen. Ancak 7’de servise başlayacaklarını söylediler ve oradan ayrılmam gerekti. Zaten gözlerim mahmur dolanıyordum boş Amasra sokaklarında. Barış Akarsu heykelinin önünde bir bankta oturup seyre daldım denizi. Uçuşan martılar Marimo ve benden daha özgür gibiydi. Kıskandım.
Şehir yavaşca uyanıyordu. Sanırım bir şehri anlamak için sabahları izlemek gerekir. Ben de öyle yapıyordum. Kimin ne iş yaptığını daha net görebiliyordum. Saatin 7’ye gelmiş olabileceğini düşünerek kapısından geri döndüğüm mekana yine gittim. Fakat o da neydi? Neredeyse tamamiyle doluydu. Bozuntuya vermeden gözlemledim ve bir turist kafilesi olduklarını anladım. Kahvaltımı söyledim. Afiyetle yemeye başladım.
Bir ara şöyle bir ses geldi: “Kahvaltısını bitiren kalkıp hesabını ödeyebilir”. Oysa ben ikinci bir çay söylemeyi planlıyordum. Bu da kimdi öyle? Garsonlar neden böyle bir şey söylüyordu? Bunları düşünürken kafamı çevirmemle turist rehberiyle göz göze gelmem bir oldu. Üzerime alınmaktan saniyede 3 ışık yılı hızla vazgeçerek çay söyledim. Kediye yemediğim salamı atmıştım, hüpletmişti. Bir de peynir atayım dedim. Yemedi. Nankör yahu!
Kahvaltı sıkıntımı giderip cebimdeki tek banknot ile hesabımı da ödeyip pansiyonuma yöneldim. Üzerimi giyinip hazırlanmaya başladım. Biraz erken yola çıkacaktım, ancak rotamı hızlandırabilirdim. Hem artık Amasra’da idim, oradan sonra yollar kaliteli olmalıydı. Çok yorulmayacaktım tahminimce.
Marimo’yu kontrol edip yola çıktım. Amasra’nın çıkışını bulmak çok zor olmadı. Yokuşa doğru ilerleyip Bartın tabelasını takip ettim. Bir süre bol virajlı dağ yolunda sürüp ana yola ulaştığımda mutluydum. Artık anayollar beni bekliyor olmalıydı. Ne yaparsınız ki hayat sürprizlerle dolu. Anayol dediğimiz şey 3 şerit olmasına rağmen erimiş ve kumluydu. Hızlanmaya çekiniyor, yavaş gitmeyi de hiç istemiyordum. Nasıl olacaktı bu iş?
Yoldaki kumları görüp onlardan kaçınarak sürmeye başladım. Sonuçta Safranbolu’ya gidiyordum ve bu yol hakkında güzel şeyler duymştum. Bartın il merkezini es geçip yoluma devam ettim. Ve o güzellikle karşılaştım. Yolun iki tarafında yetişmiş olan ağaçlar üstte birleşip yolu doğal bir tünele çevirmişti.
Bu güzel manzara bir kaç kilometre boyunca devam etti. Gördüğüm en güzel doğa harikalarından birisiydi bence. Ülkemizi tanımamız gerektiğini düşündüm. Kesinlikle tekrar gitmeye karar verdim. Safranbolu uzak bir rota değildi ve kısa sürede varmayı planlıyordum. Ancak yollar mıcırla devam etmeye niyetliydi. Yine yol yapım çalışmaları başladı. Nispeten daha modern dağ yollarında, mıcır yine engeldi sürüş keyfime. Fakat, azmin her şeyi yenmede yardımcımız olduğunu unutmadım.
Çarşıya inip evleri tek tek gezmek çok vakit alır diye manzaraya doyduğuma inandığım bir vakit Safranbolu’dan ayrılabileceğimi düşündüm. Birkaç mağara varmış civarda. Fakat neden göremedim mağaralara girmek için. Motorumun yanına gidip eşyalarımı kontrol ederken kol saatimi bulamadığımı fark ettim. O kadar bulamamıştım ki Amasra’da kaldığım pansiyonu arayarak odamı kontrol etmelerini isteyecektim. Şanslı bir insan olduğumdan telefonlarına cevap vermediler. Gerçekten şanslıydım çünkü birkaç dakika sonra çok sevdiğim saatimi buldum. Peki ya şimdi? Ver elini Abant.
Safranbolu’dan sonra yollar gayet yol. Mıcır falan yok. Karabük il merkezine gelince her yer tozlu olsa da geniş ve boş yollarda olmak keyif verici geliyordu. Gerede’de gişelerden geçince bir mola verdim. Abant’ı bile es geçmeyi düşünüyordum. Yollar çok boştu ve beni durduracak her şeyden kaçınıyordum. Önceki 2 gün yaşadığım sürüş tecrübeleri beni yormuştu. Abant tabelasına vardığımda ise “Bir daha ne zaman geleceğim” diye düşündüm ve sapağa girdim.
Abant yoluna girince çok güzel bir sürüş tecrübesi beni bekliyordu. Yaklaşık 20 km’lik olan yol, otoyoldan göle kadar çok eğlenceli virajlara sahipti. Göle geldiğimde yine kalabalığı takip ederek görülmesi gereken yerlere ulaşabileceğime inanıyordum. Girişte verilmesi gereken bir ücret vardı tabiki. Her zaman olduğu gibi..
Gölün etrafını tamamıyla dolaşmama rağmen Abant Gölü kartpostallarındaki görüntüyü hiç bulamadım. O otel yoktu sanki.
Artık konaklamayı düşündüğüm Sapanca’ya 150 km, evime ise 290 km uzaklıktaydım. Sabahtan beri 280 km sürmüştüm ve çok yorgun hissetmiyordum. O zaman Sapanca planlardan çekilmeliydi, bu Cumartesi günü İstanbul’a gitmeliydim. Bu sayede işe başlamadan önce dinlenmek için bir Pazar günüm daha olacaktı.
Gölden ayrılıp tekrar otoyala kadar eğlenceli bir sürüş deneyimi yaşadım. Otoyol ise hız demekti. Hızlıca sürmeyi özlemiştim. İbreyi 140’a sabitleyerek uzun mesafeler katettim. Yalnız uzun yollarda sık yaptığım bir hata vardı. Benzinci seçmek. Uyduruk markalardan benzin almayacağım diye tutturduğumda, sevdiğim benzinciye gelip 16,5 lt benzin almak zorunda kaldım. Zira Marimo’nun kapasitesi 17 lt.
Sapanca yakınlarındaki bu benzincide, iki adet Honda Transalp ile uluslararası yolculuğa çıkmış bir Fransız aile ile tanıştım. Anne ve baba motorları sürüyor, kızları ise arkalarında yolculuk ediyordu. Bu anne baba 50 yaşının üzerindeydi ve kızları da 20’li yaşlardaydı. Büyük cesaret. Üstleri biraz pis olsa da son 3 aydır yollarda olduklarını söylediklerinde çok imrenmiştim. Yorgunlardı ve de Fransa’ya ulaşmak istiyorlardı artık.
Oradan ayrılınca İstanbul’a yaklaşmanın getirdiği doğal bir sonuç olan trafikle karşılaşmaya başladım. Çok yorgun olsam da bu yolu bitirmem gerekiyordu. Gazladım sadece. Köprüden geçtiğinde neredeyse hiç enerjim kalmamıştı. Fakat herkes bilir ki E-5 en ufak bir hatayı bile kabul etmeyen bir platformdur. Dikkatimi toplayıp Bakırköy sahildeki evime sağ salim ulaştım. Kontağı kapatıp önce eldivenlerimi sonra da kaskımı çıkardım. Ceketim çok sıcak gelmiyordu. Bagajın iplerini çözdüm ve eşyalarımı hafifçe eve taşıdım. Saat 7 ye geliyordu. Uzanıp uyumak istedim önce. 3 hafta sonra evime dönmüştüm. Sonra vazgeçtim. Üzerimi değişip, beni davet eden arkadaşımın evine gittim.
Tabi ki Marimo ile birlikte…
Teke döndü.
1 Comment